Türkiye'deki Yaratıcılardan Esinler

Ekrem Kahraman, Ressam

 

 

 

 

KONU BAŞLIKLARI: 

YARATICILIK

BİR ESERİN YARATICILIĞININ ANLAŞILMASI

AİLENİN YARATICILIKTAKİ ROLÜ VE KATKISI

YARATICI BİR KİŞİNİN PROFİL ÖZELLİKLERİ

USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİNİN YARATICILIKTAKİ ÖNEMİ 

YARATICILIKTA RİTÜELLER

YARATICILIĞIN HAZIRLIK SÜREÇLERİ

1.SÜREÇ: RUHUN HAZIRLANMASI

2.SÜREÇ: GÖZLEM YAPARAK GÖRSEL ZEKAYI GELİŞTİRMEK

3.SÜREÇ: HAYAL KURMAK

İLHAM PERİSİNİN GELİŞİ

YARATICILIKTA BAŞARISIZLIK 

GENÇLERE YARATICILIKLARINI GELİŞTİRMELERİ İÇİN ÖNERİLER

SİZİ ETKİLEYEN YARATICILAR, YARATICILIK ÖRNEKLERİ

 

YARATICILIK

ALPER ALMELEK: Yaratıcılığı nasıl tanımlıyorsun?

EKREM KAHRAMAN: Şiir imgeyle yazılır. Resim simge form ve biçimle yapılır. Müzik notayla, fotoğraf görsel kareyle, ışıklı, renkle vb. Fakat hepsinde de yapanın ya da yazanın hem niyeti ve ruhu, hem fiziki gövdesi hem de yapma bilgi ve becerileri olmak zorunda…

Özdemir İnce’nin (şair ve yazar) şiirdeki imgeyle ilgili çok çarpıcı bir açıklaması var: o ana kadar dilde birlikte anılmayan kullanılmayan iki sözcük bir araya getirildiğinde, o ana kadar ikisinin bir araya gelmesinden oluşmamış yepyeni bir anlama yol açarlar ki biz buna imge diyoruz. Bu yaratıcılık için de cuk oturan bir tanımlamadır bir bakıma.

Bana kalırsa kadın erkek ilişkileri için de durum böyledir. Kadınla erkek çiftleştiği zaman yeni bir insan ortaya çıkar ya aynen onun gibi. Çünkü, doğada da öyle: Rüzgar ya yeni bir tohumu getirecek  ya da bir arının börtü böceğin kanatlarıyla taşınacak bir çiçek tozu tohum olarak öbür cinsin tohumuyla birleştiğinde yeni bir çiçeğe dönüşecek ve ondan da bir meyveye evrilecek…

İşte sanatsal yaratıcılık dediğimiz şey de böyle bir şey: alt yapısı bir çok şeyle ve hazır bir zeminle birlikte yine de “rastlantı” üzerinden geliştirilen bir tür iç çalışmadır.Dünya’nın çeşitli yerlerinde çeşitli durumlarıyla çeşitli nesneleriyle sonradan icat edilmiş renkleriyle formlarıyla biçimleriyle ve bunların ortak dilleriyle bir araya geldiklerinde formlar renkler biçimler içerikler kavramlar sözcükler belirli bir tecrübeyle bilinçli olarak insani ve toplumsal dürtülerle bir araya getirildiğinde yeni bir şeye yol açtığında bunun adı da yaratıcılık oluyor.

 

ALPER ALMELEK : Bunu resimle nasıl özdeşleştiriyorsunuz?

 

EKREM KAHRAMAN: Benim şöyle bir saptamam var: Bugün bütün dünyada da Türkiye’de de şöyle bir durum söz konusu: Eğer sanat sadece sanattan ibaretmiş gibi algılandığında kadın sadece kadından, erkek de yalnızca erkekten ibaretmiş gibi düşünüldüğünde nasıl bir tuhaf darlık ortaya çıkıyorsa resimde de durum aynı bence. Hiçbir resim sadece desenden, formdan kompozisyondan ibaret değildir ki sonuçta. Çünkü örneğin bir erkeği erkek yapan aynı zamanda hem kendi içindeki dişi genlerden hem de karşısındaki gerçek dişi kadın olmadan mümkün değil. Aynı biçimde bir kadının gerçek bir kadın olması da erkek olmadan mümkün değildir. Dolayısıyla formlar ve renkler çizgiler yüzeyler gibi sanat eğitiminde kullanılan bazı temel dayanak noktaları vardır. Mesela açık ton, koyu ton büyük yüzey küçük yüzey, üç boyutlu, yüzeysel, nokta vb. temel zeminler ve malzemeler temel biçimler değerler vardır.

Kaldı ki salt bunların üzerine yoğunlaşarak yaptığın sanat, eğer insani olandan toplumsal olandan insani olanın içerikleri açısından toplumsal olanın o süreçteki yaşadığı bir acıdan sıkıntıdan bir nebze olsun bunların varoluşlarına formlarına, biçimlerine, renklerine katkı sağlamıyorsa eksik kalıyor demektir. O nedenle burada söz konusu olan şey birçok şeyin bir araya gelmesiyle örneğin hiç acıkmadan yaptığın yemek ile acıkarak ve hissederek yaptığın yemek arasında bile fark vardır. İnsani olanı hissettiğin, toplumsal olanı hissettiğin o genel insani, trajik durumu, temel öz durumu ya da yapmış olduğun besteye yapmış olduğun resme yazmış olduğun şiire yansıtabiliyorsan onların gelecekte de yaşama şansı olacaktır. Çünkü yaratılan şeyin kendisi diyalektik bir süreçle ortaya çıktığı gibi diyalektik bir gelecek yaşam kurgusu da oluşturmak zorunda olduğu unutuluyor çoğu kez. Sanatçılar genelde geleceğe kimin kalıp kimin kalmayacağını merak ederler. Aslında bu sorunun yanıtı ve kriteri de bu tarihsel ruhsal, dilsel ve kavramsal diyalektik varoluşta gizlidir. Çünkü renklerden çizgilerden formlardan yüzeylerden çizgilerden vb. oluşan akademik eğitim sisteminde gördüğümüz insan vücutlarının oranlarının bilgilerinden ibaret bir bilgi torbası değildir ki sanatta yaratıcılık.

BİR ESERİN YARATICILIĞININ ANLAŞILMASI

ALPER ALMELEK: Bir resmin ya da tablonun yaratıcı olduğunu nasıl algılıyorsun ?

 

EKREM KAHRAMAN: Bu her alanda olduğu gibi bir derin niyet ve hissin yanı sıra aynı zamanda bir dizi tecrübe ile birikmiş bir uzmanlık gerektiriyor. Uzmanlık meselesi de şöyle bir şey aslında: Dünya Sanat Tarihini ve dünyada şu an neler yapılıyor olduğunu bildiğinizde neyin yeni olup neyin yeni ya da özgün olup olmadığını da öğrendiğinizde, aslında gelecekte neyin özgün olacağının tespitini de yapmış olursunuz bana kalırsa. Eğer bunu sezip ya da düşünüp de yapıyorsanız bu da o ancak bir tür başka bir yaratıcılığın bir sonucu olabilir. Aynı durum kültürde de bilimde de öyledir aslında. Çünkü cahil ya da henüz görmemiş ve bilmiyor olan bir insan eğer o güne kadar hep gaz lambası kullandıysa bir gün elektriğin olmazsa olmazı ampulü görünce bu onun için şaşırılacak bir durumdur sonuçta. Bana kalırsa bugün sanat ortamında bir çok insan -ister sanatçı, ister izleyici ya da sanatsever- böyle durumda. Çünkü birileri bir şeyler yapıyor “sanat” diye, birileri de o bir şeye bakıyor, örneğin yapanın salt yeteneğine bakıyor ve diyor ki “ah ne kadar güzel benzetmiş, şu renklerin güzelliğine bak! Oysa orada yaratıcılık falan olmadığı gibi özgün bir yanı da yok aslında. Çünkü o gördüğü ve hayran olduğu şey tarih boyunca o kadar çok yapılmış aşılmış ki şu anda bambaşka bir niyetle sonuç ortaya çıkmış ki bunun tarihsel varlığını yeni ve özgün olanın yaşayan yanını kavraması mümkün değil çünkü o süreci tanımıyor, bilmiyor. Onun için sanat yapıtının özgün olması yeni olması çok önemli. Bir de yapan kimlik kesinlikle insani toplumsal ve kültürel olanı ifadelendirirken sanat dilinin en üst düzeyinde olanını yani bir tür yeni olanı üstün olanı özgün olanını kullanması lazım…

 

ALPER ALMELEK:  Julian Barnes 21. Yüzyılda bir eleştirmen, Gözünü Açık Tutmak isimli bir kitabı var. Kitapta bir yaratıcı esere baktığımızda birtakım soruları kendimize sorarız diyor. Eser bizim kalbimizi titretti mi, bizi düşüncelere sevk etti mi hayal etmemizi sağladı mı, heyecanlandırdı mı bizi?  Yapan kişiye karşı hayranlık duyacak mıyız vb. bunlara katılıyor musun ?

 

EKREM KAHRAMAN: Katılıyorum tabii ki. Fakat salt o bağlamda düşünüldüğünde  çok sıradan bir tanımlama gibi geliyor bana. Çünkü Julian Barnes edebiyatçı biliyorsun. Edebiyatçı olması bizim alanla ilgili yazamayacağı anlamına gelmez; aksine büyük bir zenginlik olarak görülen bir pozisyondur durumu Barnes’ın. Fakat onun kendi hayat hikayesini okursanız aslında aileden gelen bir alışkanlıkla sanat ortamına girdiği, müzelere sergilere anne babası tarafından götürüldüğünü, (hatta gönülsüz) anlatır. Şimdi bir şekilde edebiyatçılıktan gelen farklı bir marifetle sanatla ilgili bir yığın açıklamalar yapıyor Barnes. Yapıyor ama şahsen ben orada çoğu edebiyatçıda olduğu gibi daha dar bir bakış açısı olduğu kanısındayım. Çünkü onun romancı olduğunu biliyorum ama  ne romanı var bilmiyorum okumadığım için. Söylediklerine itiraz etmeye gerek yok tabii ki de katılıyorum ama orada şunu da hatırlamak ve söylemek lazım örneğin: aslında bir psikolog olan Rollo May’ın  Aşk ve İrade isimli bir kitabı vardır Türkçeye çevrilmiş. Hatırlayalım bir de Yaratma Cesareti diye bir başka kitabı daha var. İlgili çoğu kimlik için Yaratma Cesareti çok daha önemlidir ama benim için Aşk ve İrade  çok daha çarpıcıdır. Çünkü ikisi de aynı ismin ifadelendirmesidir sonuçta. Fakat aşk ve irade kavramları da cesaret gerektirir elbette ve fakat burada yaratırken aşkı da iradeyi de devreye sokar yapacak olan. Bir tür yan yana getirme, fırsat verme ve çiftleştirme cesareti ve seremonisidir aslında yaratıcılık.  Sanatsal yaratıcılık da öyle bir şeydir aslında. Çünkü orada olanlar da aslında kullanabileceğimiz iki ruh halini ortaya koyar. Birincisi niyet ederken ve başlarken tutkulu olacaksın ve sezgilerini harekete geçireceksin; ikincisi bir süre ilerleyip tanıklıklarını el yordamıyla olsa dahi yaptıklarının dıştan bir bilinç olarak farkına varacaksın, üçüncüsü ise artık bir noktadan sonra sonuçlandırırken orada kadim iradeni de kullanacaksın. O irade ile ancak o aşk yeni ve özgün bir şeye dönüşebilir çünkü…

 

YARATICI BİR KİŞİNİN PROFİL ÖZELLİKLERİ

ALPER ALMELEK: Evet siz şu an aslında bir soruya daha cevap vermiş oluyorsunuz. Yaratıcı olan kişinin profili nasıl olmalı. Yani hangi özelliklere sahip olmalı o kişi diye sorduğumda şu an söylediğiniz şeyler buna uyuyor. Buna neler ekleyebilirsiniz?

 

EKREM KAHRAMAN: Rollo May’dan çıkarak söyleyeceğim. Benim de asıl söylemek istediğim de o çünkü: Rollo May yaratıcılığı bir karşılaşma eylemi olarak görür. Ansızın ya da ararken ya da zaten o noktada olduğun için fark etmez sonuçta. Barnes ise ortaya çıkmış da gösterileni bir müzede ya da bir galeri de ya da bir duvarda seçilmiş, onay görmüş bir eserle karşılaşma eylemi olarak söylüyor söyleyeceklerini ve haklıdır da kendisi açısından. Ne var ki hem sanatçısı hem de Rollo May açısından  söylenen şey ise şu: Karşılaşma dediğiniz şey fiziksel bir rastlantı ya da kendinde her anlamda oluşturmuş olduklarınla karşılaştığında bir görüşte aşık olmanın, emin olmanın benzer çarpıcı bir durumudur. O da nedir? Bir nesne ile ya da iki nesnenin yan yana duruşuyla ya da o nesnenin çağrıştırdığı şeyle birlikte karşılaştığın an artık kıvılcımlar çakmaya baslar sende. İşte o kıvılcımlar çakmaya başladığı an ister bilinmezlik anlamında, ister onunla ilişkinizin gelişmesi sonucu bir hareket kabiliyetine kavuştuğumuzda, harekete geçtiğimizde bilinciniz duyarlılığınız hisleriniz bunların hepsi bir araya geldiğinde bir de bir ressam ya da sanatçı olarak gerek malzemeyle gerek boyayla renkle bu işi biçimlemeye başladığınızda bunun devamlılığını sağlamaya yönelik her çaba yepyeni bir şeye yol açacaktır ki sanat da buradan ortaya çıkacaktır zaten. Yoksa gerçek anlamdaki sanat değil de sıradan bir resim yapmış olursun ve çok da beğeni alabilirsin ve üstelik sana bunlar yeterlidir hatta. Fakat ne sanat için ne sanat tarihi ne de dahil olduğu kültür bohçası için bunlar hiçbir şeydir sonuçta.

Sıradan resim yapmış olursunuz dediğimiz şey de çok ilginç bir durumdur aslında.

Napolyon İspanya’yı işgal edip ele geçirdiğinde oraya kendi öz kardeşini kral olarak atıyor. O sırada Goya da o sarayın maaşlı ressamı. Sarayın memur ressamı Goya o zamanlar henüz fotoğraf makinesi olmadığı için Kral ailesinin sülalesinin çevresinin toplu fotoğraflarını yapıyor resim yerine bir tür. Fakat Goya zeki ve dönemine göre oldukça farklı bir sanatçı. Yapmış olduklarının kendi istediği olmadığını iyi biliyor ve gece olduğunda kapısını kilitleyip asıl yapmak istediği resimlerini gizli gizli yapıyor. Örneğin sanat tarihinde Çıplak Maya olarak da bilinen resminin modeli Alba Düşesi aslında. Bu resmin özü şu: Alba Düşesi saray çevresinden ve onun da resmini (fotoğraf bir tür) yapmakla görevli Goya. Yapıyor da sonuçta ve o resim de Giyinik Maya olarak biliniyor tarihte. Düşesten etkileniyor Goya bir erkek olarak. Biraz da çapkın bir tiptir Goya bilindiği üzere. Fakat saray çevresinden olduğu için onunla ister ressam ister bir erkek olarak herhangi bir ilişki kuramayacağı için onunla ilgili gizli niyetli bir poz tasarlıyor ve kadına o pozu önce giyinik olarak verdiriyor ama asıl niyeti onu çıplak olarak yatar halde göstermek. Sanat tarihçiler bu sırrı nasıl açığa çıkarıyorlar? Örneğin düşesin göğüslerini o dönem içerisinde fazla ortaya çıkmasın diye giysilerini ona göre tasarlıyorlar kadınların. Goya ilk giyinik resmini yapıyor düşesin. Gece olduğunda da kapısını içten kilitleyip  kendi asıl resmini o ilk yaptığından yola çıkarak yapıyor mecburen. Normalde düşes çıplak poz vermiş olsaydı kadının göğüslerinin aşağıya doğru sarkması lazımdı diye düşünüyor araştırmacılar ama sarkmıyor, sanki giysi içindeymiş gibi toplu duruyor. Çünkü giysinin içerisindeyken öyle duruyor. Bunun gibi bazı incelemeler var. Örneğin ‘Kurşuna Dizilenler’ resmini yapıyor. Bir de Madrid’in  çevresindeki çingenelerin resmini yapıyor. İkisi arasında fırça vuruş üslubu ya da tarzı anlamında büyük farklılıklar var. Birisini kendisi yapıyor diğerini saray ona tarihsel olarak bir sorumluluk verdiği için görev icabı yapıyor. Şimdi yaratıcılık dediğimiz hangisinde vardır? Mutlaka kendi niyetiyle yaptığında vardır diye düşünüyorum ben. Çünkü öbürü yaratıcılık istemiyor yetenek istiyor ve sadece o yetiyor aslında bir belgeleme olarak resim….

 

ALPER ALMELEK: Peki sizce iyi bir yaratıcı olmak için başka hangi özelliklere sahip olmalı? Sabır mesela ya da disiplin…

 

EKREM KAHRAMAN: Tutku sabır sebat örneğin… Peki neye tutku ve ne için sabredip sebat edeceksin? Hangi sonuç ya da değerli şey için. Bir şeyin peşine bıkmadan deli dolu bir tutkuyla gideceksin sürekli. Eğer ne olursa olsun türü bir peşine düşüp gitme duygun yoksa, her ne olursa olsun kafayı takmıyorsan, takamıyorsan kafayı ya da gönlünü taktığın şey ya da şeyler üzerine yoğunlaşıp delice odaklanmıyorsan boş bir sabır neye yarar ki sonuçta?

 

ALPER ALMELEK: O zaman peşinden gitme duygusu diyelim…

 

EKREM KAHRAMAN: Önce tutkun olacak… aşk gibi yani… sonra tutulduğunun peşinden gitme arzun ve enerjin olacak… sonra da sabır, sebat, ısrar ve sonuç… yaratıcılık da zaten tam da o aşamalarda belirir ve sonuç da devreye ancak o zaman girer. Çünkü bir an evvel sonuç almak istersin. Sonuç almak istersin ama bu isteğin tek başına yeterli değildir. Öbür sonucun da bir şekilde senin onu yakalayabilir kapasitelerine hitap etmesi ya da yetersizliklerin yüzünden oluşan acıların sıkıntıların olması lazım. O tereddütler, acılar ve sıkıntılar olacak kesin. Tıpkı bir çocuk doğurmak gibi. Çocuk dediğin şey örneğin 9 ayda doğuyor. İşte sabır sebat denilen şey de o 9 aylık süreç benzeri bir duruma kendini hazırlamaktır bir tür.

Kuşkusuz ki yaratma sürecinin bir çok farklı kapasiteleri ve özellikleri var aslında. Örneğin tutku benim için birincildir. İkincisi sahici olanın enerji yüklü doğasıdır. Üçüncüsü ise o süreçteki bir dizi zincirleme samimi oluştur.

Peki bu üçü yok diyelim fakat bunlar dışındaki her türlü bilgiye sahipsin şuna inanıyorum ki bundan bir süreklilik çıkmaz. Bilimsel çalışmada da böyle biliyorsun. Kafanda bir kıvılcım çakacak ve o kıvılcımın niye çaktığını öncelikle nereden geldiğini göreceksin ondan sonra onun peşi sıra gideceksin sonra alet edevatın olacak laboratuvara girmen gerekiyorsa oraya gireceksin işte o zaman gerekli bilgilere ihtiyacın var demektir: Örneğin kimyacıysan 2 kimyasal maddeyi birbirine karıştırdığında ne olacağını bilmek zorundasın. Atölyeyi de üzerinde ki sanat sarayını da uçurabilirsin yoksa. Sonra da onun belirli bir sabır geleneği var elbetteki. Fakat unutmayalım ki bunlar var diye de öyle tak diye bir şey olmuyor. İki insan bile birbiri ile tanıştığı zaman bir süreç lazım onların birbirini görebilmesi ve birbirine güvenebilmesi için. Ya da kadın erkek olduğunda koyun koyuna pat diye girilmez. Girersin ama girdiğin yer aslında senin girmek istediğin yer değildir belki de? Onun için birçok bilinmez olan şey var ve bütün bunlar için belirli bir zaman dilimine, tecrübeye, bilgi birikimine olanakların koşulların hazır olmasına ihtiyaç var. Bütün bunların dışında bir konu değil aslında yaratıcılık…

 

AİLENİN YARATICILIKTAKİ ROLÜ VE KATKISI

ALPER ALMELEK: Yaratıcılıkta ailenin sana bir desteği ya da katkısı oldu mu? ( hem negatif hem pozitif yönde)

 

EKREM KAHRAMAN: Benim ailem okuma yazması dahi olmayan sanatın ne olduğunu ya da olmadığını bilmeyen köylü bir aile. İlkokulu köyde okudum…

 

ALPER ALMELEK: Nerelisiniz?  Nerede doğdunuz?

 

EKREM KAHRAMAN: Çukurova’da, Tarsus’ta doğdum. Dolayısıyla ailemin en başlarda destek olduğu kanısında hiç değilim. Bu mutlaka genlerle ilgili bir şey olabilir. Bu genlerle ilgili şey sanatla ilgili  değil merak tutku ve sorgulama biçimiyle ilgili bir şey. Bunlarla ilgili aslında hep kösteklemeye çalışmışlardır beni. Örneğin ders kitapları dışında başka kitaplar da okurdum. Babam gördüğünde hep dövmüştür beni. Onun gözünde başka kitaplar ahlaksızdı. Bu hep böyle bir süreç oldu ama onlara da müteşekkirim. Çünkü köyden çıkıp orta öğretime devam eden köyün ilk çocuklarından biriydim o yıllarda. O da onların sayesinde olmuştur aslında. Sanıyorum lise ikinci sınıftayken bir derginin şiir yarışmasında ikinci oldum. Oradan da 500 lira ödül parası aldım. Onun 300 lirasıyla kendime çok güzel bir bisiklet almıştım. Şehir gazetesi de bunu  haberleştirmişti hatırlıyorum. Bizim köydekiler gazeteyi okuyup babama sormuşlar onun da böyle haberi oldu. Babam da sonra bana ‘Oğlum böyle şeyler yapıyorsun da neden benim haberim olmuyor?’dedi. (Para kazanıyorsun ya? ) Yoksa şiir yazmamam için her türlü yasağı koymuştu bana. Dolayısıyla böyle bir süreçti. Örneğin akademiye gitmek için karar vermiştim. Babam  ben seni okutamam para veremem sen yatılı bir okula git dedi.  Mecburen akademi sınavına giremedim bile. Tarsus’tan gelmişim üçüncü gün sınav ertelenince bir ay bekledim. Ama sonunda yatılı okul öğrencisi oldum resim bölümüyle ilgili. Onunla ilgili de kavga ettik babamla. Neden Matematik Türkçe değil de resim? Dolayısıyla benim ailemin bu tür şeylerde katkısı olumsuz yönden olumlu bir etkiyle olmuş olabilir. Reddederek inatlaşıp ben onu gerçekleştirmiş olabilirim. Bazen bazı insanlar vardır hayatın her alanında destekleyerek değil köstekleyerek kışkırtır baştan çıkarır hale getirirsin ve inatlaşırsın işte o zaman çok sıkıştırırsan o kişi kaçar ama ben kaçmadım kaçamadım nedense? Ben resim bölümü için okula geldiğimin 2. Haftası sergi açtım. Çünkü dergilerde desenlerim,  şiirlerim yayınlanıyordu o sırada ve kendimi önemli bir kişi gibi algılıyordum kendimce…

 

USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİNİN YARATICILIKTAKİ ÖNEMİ 

ALPER ALMELEK: Usta çırak ilişkin oldu mu? Olduysa kimdi?

 

EKREM KAHRAMAN: Benim hiç ustam olmadı aslında. Benim ustam şiirdir edebiyattır ve sinemadır aslında. O alandaki usta isimlerdir. Yani daha açık konuşayım ben resmi bir sanat olarak eğitim gördüğüm okullardan öğrenmedim. Hocalarım da buna alındılar sanırım ve belki de çok da kızdılar. Ne yapabilirim ki bu onların bir sorunu değil ki zaten, sistem problemli tümüyle. Ben resmi şiir, edebiyat jargonundan ve sinemadan öğrendim diyorum ya bu elbette bir tür kendi kendini yetiştirmek sonuçta. Örneğin sanatın temelinde olan ister düşünsel, kavramsal ister dil ya da plastik kurguyu sinemadaki kurgu kavramı üzerinden öğrendim yani.

Yine o yıllarda şiirde imge konusu da benim için çok önemliydi; sinemada kurgu meselesi neyse şiirde de imge çok önemlidir çünkü. Örneğin Rus film yönetmeni Sergei M. Eisenstein’in bir filmiyle ilgili kendisinin bir anlatımı var. Bir kız filmin bir sahnesinde kırdan bir gelincik çiçeğini eline alıp bakacak. Eisenstein’ın izleyicinin kızın eli olarak algılanmasını istediği başka bir kızın eli olarak Moskova dışında ki bir yerde, koparıp eline alacağı rüzgardaki çiçeği İtalya’da, koparılışını ise başka başka mekanlarda çekiyor ve stüdyoda da bunları bir araya getirip kurguluyor. Bana oldukça çarpıcı bir eylem olarak göründü bu kurgulama. Çünkü izleyici filmde bu sahneyi filmin başrol oyuncusu kızın filmdeki Rusya’ya ait bir bölgede  yaşadığı bir sahne olarak olarak algılıyor bu kurguyu. Yani izleyici o kızın nerede olduğunu, o çiçeği koparan elin de o kıza ait bir el olduğunu ve orada kopardığına benzer bir tutkuyla izlese ve görmeye gitse o çiçeği o bölgede bulması mümkün değil çünkü o çiçek orada yetişmiyor ki.

Şimdi bu düşünce bile aslında yaratıcılık için bir sanatçıya o kadar çok büyük olanak zenginliği ve örnek sunuyor ki. Yani biz ne diyoruz desen çizerken bir bilgi olarak? Karşıdan duruşa rakursi akademik mantık böyle yapıyor. Cismin nasıl göründüğünü burnun nasıl olduğunu üç boyutlu olduğu halde göstereceksin. Örneğin kadınlarda boy bu kadar, erkeklerde bu kadar filan birim baştır kadınlarda kaç baş büyüklüğündedir vb… Elbetteki mesleki gösterme olarak resimde belki böyle yapmak gerekir ama sanat bunları reddetme üzerine kurulu bir girişimdir sonuçta. Çünkü mesleki resimde, orada bir formül vardır daima çoğu benzer alanda olduğu gibi.

Örneğin bir aşçı ya da akıllı bir ev kadını bir yemek kitabını alsa kaç çeşit kek yapmayı o formülden pekala da öğrenebilir ama değil mi? Ama bana kalırsa onun öğrendiği formüllerle iyi bir kek ustası nasıl olunabilir ki? Bana göre aynı nedenlerle o formül yollarıyla sanatçı da olunmaz. Ben hep bunu söylerim. Şiir yazmanın okulu yok resim yapmanın okulu var. Ama bu senin sanat olan resim yapmanı engelleyecek bir duruma yol açabilir. Niye? Çünkü okuldan mezun olunca her şeyi yapabileceğini zannediyorsun. Oysa ki öğrendiklerini unutma ama senin sanat tarihine ve bilgi birikimine bir katkın olması gerekir. Ayrıca bildiklerine yeni bilgiler ve tecrübeler eklemen lazım. Bunu ben şiir dünyasında görüyorum. Örneğin İngiliz şair William Butler Yeats der ki: “Çağdaş şiir kendinden önceki geleneksel şiir geleneğine bir zincirin halkası gibi bağlanan fakat kendinden sonra gelecek olana da halkasının ucunu açık tutan yeni bir şiirdir.” Yani hem bilgi ve dil tecrübesi olacak hem de oradan ilham verecek ama bir yandan da kendisinden sonra yazılacak olanlara kendi tecrübelerini aktaran yaratıcı bir şeydir. Aslında bütün bilgi haznemiz bilimsel felsefi siyasal alanlar da böyle değil midir sonuçta?

 

YARATICILIĞIN HAZIRLIK SÜREÇLERİ

1.SÜREÇ: RUHUN HAZIRLANMASI

ALPER ALMELEK : Üniversite’de vermiş olduğum ‘ Yenilikçi Liderlik’ diye bir ders var. Ben bu derste yaratıcılığın hazırlık süreçlerini anlatıyorum. 3 tane süreç var. Bunlar tabi birbiri ile iç içe geçmiş süreçler; fakat anlatabilmek için ayrı ayrı anlatıyorum ve her bir bölüm için örnekler gösteriyorum. Bunlardan birincisi ruhu hazırlamak, gözlem yapmak ve hayal kurmak. Bu üçünü tek tek size sormak istiyorum. Birincisi ruhu hazırlamak için Sait Faik diyor ki çıkıyorum Kalpazankaya’ya orada bir manzara var şair gibi hissediyorum. Bana ilham geliyor diyor. Tabi bu herkes için farklı olabilir. Kimisi için Belgrad Ormanı’nda ruhunu hazırlayabilir  kimisi  Beyoğlu Çiçek Pasajı’ndan ilham alabilir. Sizin için ruhunuzu hazırladığınız böyle yer var mı? Gerçekten kendinizi çok huzurlu hissettiğiniz, kendi başınızı dinlediğiniz…

 

EKREM KAHRAMAN: Daha baştan söylemek isterim ki hazır kalıplara eğilimlerim olmadığı gibi öyle basmakalıp şeylerim de yoktur. Örneğin telefonu tümden kapatayım ya da herkese  açayım diye bir derdim olmaz. Örneğin bakarım ki arayan Alper -söz gelimi-yine karısından ya da bilmem neyinden dert edinip de şikayet edecek diye düşünüp telefonumu açmam bile. Ama aynı bu fikri ertesi gün uygulamayabilirim. Çünkü o gün başka bir gündür ve gelen telefon da aynı şekilde o ruhumuza hazırlanmasına yönelik bir fişek çakabilir kim bilir? Evet ruhun hazır olması diye bir şey var ama bir de ruhun hazırlanması diye bir şey daha var ve niye olmasın?

Evet ne yapacağını biliyorsan ama ruhun henüz hazır değil yapacaklarına. O zaman ne yapman gerekebilir? Yapacak tek şey var kuşkusuz öncelikle ruhunu ona göre hazırlaman gerekir. Çünkü ruhun hazır olmadığı sürece sevgilim olsa cinsel olarak çok arzu etsem bile onunla yatağa giremezsin. Elbette hazır bir duyarlılığın da vardır ama bazen bu yetmediğinde onun şarjlarını doldurup hazırlaman lazım. Ama hayatta o kadar çok farklı farklı şeyler var ki ruhlarımızı dağıtmış olarak özellikle bu geçtiğimiz süreç için çok gereklidir.

 

Yevgeni Yevtuşenko bilindiği üzere Rus avangard şiirinin önde gelen bir şairidir. Ruhun hazırlanmasına örnek olarak gösterebileceğim çok önemli bir deney olarak bir çalışması vardır. Şimdi Yevtuşenko bazen bir şiir yazarken bir yerde tıkanıyor ya da yeni bir şiire başlayacak ne olduğunu az çok hissedip biliyor ne olduğunu hissedebiliyor ama bir türlü başlayamıyor. Adam kalkıp sabah evinden dışarı çıkıyor ve hiç düşünmeden ilk gelen otobüse hesapsızca biniyor fakat otobüsün nereye gittiğini dahi bilmiyor. Otobüs nereye kadar gidiyorsa gidiyor. Eğer o süreçte bir yerlerde bir şey dikkatini çekiyorsa hemen iniyor otobüsten. Sonra oradan gidiyor başka bir bilmediği otobüse biniyor. Böylece her şeyi rastlantıya bırakarak bir sonuca gitmeye çalışıyor. Tıkanan yeni şiirine gereken de zaten yolda rastlayacağı rastlantı imgelerden başka bir şey aslında.

Tarihte “rastlantının rolü”ne Karl Marx da dikkat çeker biliyorsun. Benzer bir şeyi aynı şekilde yaratıcılıkta rastlantının rolünün de altını çizmemiz lazım. Rastlantı dediğimiz şey iki birbirine aşık olacak insanın karşılaştığı andır tam da işte. Cesaret dediğimiz yaratıcılık dediğimiz şey de zaten böyle bir karşılaşma anının mücevheri türü bir şeydir anlayana öyle değil mi? Yani seni baştan çıkaracak olan seni allak bullak edecek olanla karşılaşmaya hazır mısın değil misin? Yevgeni Yevtuşenko’nun rastlantı bir otobüse binip de aradığı şey de odur aslında…

 

ALPER ALMELEK: Sizin için böyle bir mekan var mı mesela? Kendinizi mutlu ve huzurlu hissettiğiniz?

 

EKREM KAHRAMAN: Kışkırtıcı olarak şöyle söyleyebilirim; bir ara İç Anadolu Bölgesi benim için çok önemliydi. Ben buradan Tarsus’a örneğin ilk resimlerim figüratifken bunlar resim değil deyip  birde baktım birkaç dağ silsilesinin arasından kıvrılarak gelen yol ve yolda eşek üzerinde bir adam yapmıştım. Hatta o da avangard bir sergide sergilendi. Şimdi ondan sonrada çocukluğuma gittim. Çocukluğumdaki Çukurova’daki pamuk tarlalarına gittim. Onunla ilgili bir sergi açtım İstanbul’da. Şair Şennur Sezer sergime gelmişti ve geldi yanıma sergide “Ekrem ama Çukurova böyle değil ki dedi” bana. Ben anlattım ona ama yine de o “Çukurova böyle değil ki Ekrem?” demeyi sürdürünce ben de ertesi gün atladığım gibi soluğu Çukurova’da aldım. Çukurova’ya giderken gündüz gözü ile gittiğim için o İç Anadolu Bölgesi’nin Tuz Gölü ve çevresinden geçerken o coğrafi sonsuzluktan çok etkilendiğimi fark ettim.  Çukurova’ya indiğimde gördüm ki Sezer’in dediği doğruydu artık o çocukluğumdaki eski Çukurova yoktu karşımda. O an fark ettim ki aslında meğerse ben çocukluğumdaki Çukurova imgesini yapıyormuşum. Yani gerçekliğin kendisini değil imgesini bir tür…

Şu an İzmir’deki Selçuk Yaşar Müzesi’nde benim ödül almış bir resmim var daimi koleksiyonda. İki metre boyutlarında bir Çukurova resmi. Resmi de Çocukluğum: O en büyük Çukurova! diye isimlendirmişim.  Vakko’nun koleksiyonunda da yine benzer bir Çukurova resmim var Çukurova ile ilgili. Onun ismi de İçim Kaynar Sımsıcak Çukurova. Yani bu ne demek? Aslında o benim çocukluğum olan Çukurova. Şimdi öyle değil oralar. O Toros’lardan inen köylüler Çukurova’ya giderlerken kendi karılarının annelerinin dokudukları çullarla kilimlerle çadır kurarlar ve onların altında barınıp sabahtan akşama kadar da pamuk toplarlardı. Benim çocukluğumdan aklımda kalmış o bir tarih ve benden de daha iyi bilen kimse yok ama şimdiki Çukurova öyle değil…

 

ALPER ALMELEK: Ama Çukurova buradan oldukça uzak bir yer. Her hafta gidebileceğiniz bir yer değil. Onun buradaki muadili neresi?

 

EKREM KAHRAMAN: Şimdi oraya bağlıyorum zaten. Şimdi ben ne yaptım? Gittim Çukurova’ya ama gittiğim süreç içinde İç Anadolu Bölgesi çok dikkatimi çekti ve ben hala oralara giderim. Çünkü o sonsuzluk duygusu o boşluk duygusu oralarda daha fazla. Örneğin Toroslar’dan da çok etkilenirim ama benim ilgimi çekecek ya da aynı heyecanla ve tutkuyla gidip de resim yapabileceğim bir yer de değil, imge de değil…

 

YARATICILIKTA RİTÜELLER

ALPER ALMELEK: Ben bu soruyu ruhun hazırlanması için bir yerlere gitmesi sorusunu yine bir insanın ritüellerine bağlamak istiyorum. Çalışırken sanatınızı icra ederken bir takım ritüelleriniz ya var ya yoktur. Sizin var mı? Varsa neler?

 

EKREM KAHRAMAN: Olmaz olur mu var tabii ki. Örneğin ben gerektikçe sık sık “resim yapmam sergi yaparım!” diyorum. Bu şu nedenle çok önemli; birçok sanatçı çoğunlukla sadece tek bir resme başlarlar ve onu bitirirler. Ben ise içinde bulunduğum coğrafi ya da felsefi sürece göre davranıyorum genelde ve bu bağlamda 40-50 hatta bazen çok daha fazla sayıda resme birden başlamamı zorunlu kılar çoğunlukla. Çünkü çok sayıda resim yapmak demek aynı zamanda her resim üzerinde yaklaşık tonlar, renkler, imgeler, simgeler, kültürel formlar kurmayı da, kullandığın hangi duyarlıkların varsa hepsine de yayılıyor olmayı çok boyutlu düşünmeyi getiriyor demektir sonuçta. Çünkü birçok şeyi birlikte düşünmediğin sürece tek bir şeyi bile keşfetmen mümkün olmadığı gibi sadece kısırlaştırıcı bir yol açar kanısındayım kişisel olarak…

 

ALPER ALMELEK: Peki çalışma ritüelleriniz var mıdır? Mesela yalnızca sabahları çalışabilirim çalışmak için müzik dinlemem şart vesaire…

 

EKREM KAHRAMAN: Hayır yok benim öyle şeylerim. Ben normal bir sanatçıyım. Köyde yaşarken de biz sabah erkenden kalkıyorduk ve çalışmak için tarlaya gidiyorduk. Şimdi de öyle pek bir değişiklik yok bu zorunlu alışkanlığımla ilgili. Evim Teşvikiye’de ve cumartesi pazar, bayram filan demeden ben her sabah kalkıp Beyoğlu Çukurcuma’daki bu atölyeme geliyorum. Buraya gelirken de aslında yolda dolmuşta, Taksim meydanında, İstiklal Caddesi’nde de zihinsel olarak ve sezgisel olarak da resim yapmaya devam ediyorum bir tür…

 

ALPER ALMELEK: Burası sizin yalnızca atölyeniz?

 

EKREM KAHRAMAN: Evet evet benim evim Teşvikiye’de. Bir de yazlıkta bir atölyem daha var Gelibolu’da Saroz Körfezi tarafında…

Şimdi normal bir şey diyorum ya. Normal bir şey derken aslında normal iş yapan insanların normalliği içerisinde bir çalışma disiplininden söz ediyorum aslında. İnsanlar biliyorsun genellikle gün içinde çalışırlar geceleri ise rutin yaşamlarına dönerler. Benim bağlam üzerinden normal olmayan şeyim; ben çok resme birden başlarım ve bu benim için engin bir alandır doğrusu. İç Anadolu Bölgesi örneğin Sivas’tan başlıyor ta Denizli’ye kadar gidiyor. Ve hepsinin de görüntü imgeleri sessizlik ıssızlık olmasına rağmen birbirinden yine de çok farklıdır. O nedenle çok sayıda resme birden başlamış olmam bana bütün bunların genişlikleri ve farklılıkları kadar olanaklar sağlıyor kendiliğinden. Bu da bana günlük yaşam dışı bir ruh hali sağlıyor ister istemez… Disiplin de ona göre oluyor doğal olarak…

 

2.SÜREÇ: GÖZLEM YAPARAK GÖRSEL ZEKAYI GELİŞTİRMEK

ALPER ALMELEK: Gözlem yapmanın önemine inanıyor musunuz? Evetse kişi gözlem yapma becerisini nasıl geliştirebilir?

 

EKREM KAHRAMAN: Şimdi bu sorunun cevabı aslında niyetin ile ya da neyi ne amaçla gözlemlediğinle ilgili. Yani gözlemlemek edimi herkese göre değişiyor. Örneğin sen bu resimleri yapan bir sanatçıysan eğer dünyada bu resimler nasıl yapılmış onu incelemen lazım. Örneğin ben şu an bir fotoğraf çalışması da yapıyorum fotoğraf sergisi için. Ama bunu fotoğraf sanatçısı güdüsüyle değil de tıpkı bir ressam güdüsünde olduğu gibi sanat yapan bir sanatçı olarak yapıyorum. Örneğin, bana düşündüğüm çalışma için bir model lazım. Etraftaki kadınlara bakıyorsun yok; sonra herkese söylüyorum model için, onlar da getiriyor ama yok olmuyor. Çünkü benim kafamda daha baştan resimsel niyetime göre resimsel bir form var. Bunu sevgili olarak düşünecek olursak; sevgiliyle ilgili de bazı insanların kendisine ait tercihler söz konusudur biliyorsun. Arayan onu bulamadığı zaman sevgili de olamaz. Belki de yanılıyordur ama kafada o form ya da resimsel imge var. Veya bir şekilde figürün büyük olarak benim için ön anlamı var; doğurgan Anadolu kültüründe de var olan etli butlu tombulca biraz, ama aynı zamanda da güzel bir Anadolu kadın tipi var aklımda. Örneğin Ukraynalı bir model getiriyorlar ve ben hemen olmaz deyip çıkıyorum. Çünkü benim aradığım doğurgan bir bereket Tanrıçası ve gelen o tipe uymuyor… manken gibi kızlar çünkü onlar. Ve en sonunda buldum ben onu Atinalı bir kızı tesadüf üzeri. Nasıl İç Anadolu Bölgesi’nin o ıssızlığı o yumuşak tepeleri inişli çıkışlı kıvrımlarından pastel renklerinden etkileniyorsan bir sanatçının da kendine ait figüratif tipleri olmak zorunda. Ben hep derim ki eğer modelden çalışıyorsanız başkasının modellerini kullanmayın. Çünkü başkasının modellerini kullanmak herkesleştirir sizi bir sanatçı olarak. Senin özel modellerin olmalı Fotoğraf sanatçısı olsaydım da öyle yapardım. Yoksa bir süre sonra modelle fotoğrafçısının görüntüleri üst üste çakışır. O modeli gördüğü zaman izleyici onun senin fotoğrafın olduğunu düşünür hemen. Oysa yokluktan modern dönemin sanatçılarının modelleri hemen hemen hepsi ortaktır biliyorsun…

 

ALPER ALMELEK: Peki sizce kişi gözlem yeteneğini nasıl geliştirebilir?

 

EKREM KAHRAMAN: Gözlem becerisinin iki yanı var. Birincisi neyin resmini yapmak istiyorsunuz? Resminizde neler olacaksa onları gözlemleyeceksiniz mecbur olarak. İkincisi ise tarihte ya da dünyanın herhangi bir yerinde bu resmi yapmış olanları ya da fotoğrafını çekmiş olanları ya da filmlerin müziklerin.. Bunların da senin hayatında bir yeri ya da etkisi olmak zorunda bence. Senin bunları hiç bilmediğin halde -farkında ol ya da olma- yaptığında ister istemez kardeş düşünceler oluşabilir. Kardeş benzer düşünceler, formlar, imgeler olduğunda da özgün sanat olmaktan çıkar yapmış olduğun yapıt. Onu okuyan gören bilinçli birisi ise senin onu kopya ettiğini düşünebilir haklı olarak…

 

3.SÜREÇ: HAYAL KURMAK

ALPER ALMELEK: Peki buradan hayal kurmaya geçiyoruz. Hayal kurmakta sanatın bir parçası. İnsan hayal kurmayı nasıl geliştirir?

 

EKREM KAHRAMAN: Birincisi sahici bir hayalperest olacaksın. Ama yeterli değil. İkincisi bir kere zihinsel, sezgisel ya da duyumsal olarak gerçekten hayal kurma kapasitelerinin uyanık olması lazım. Bu biraz da çok görerek, çok okuyarak olur belki de ancak. Başka nasıl olur bilemiyorum gerçekten de. O nedenle çok okumak lazım. Üçüncüsü de sen bir ressam sanatçı olarak hayal kuruyorsan eğer bir şairin benzer duyarlılığını, kodlarını da hissetmen lazım. Veya bir roman örneğin… Çukurova dediğimiz zaman aklımıza Yaşar Kemal gelir. Örneğin benim internet ortamında bir yazım var Vincent Van Gogh’un Masumiyeti Jackson Pollock’un Trajedisi başlıklı. Ararsan internette bulabilirsin.

Van Gogh 1880’li yıllarda Pollock 1950’li yıllarda yani arada 70 yıl gibi bir zaman mesafesinde yaşamışlar fakat tuhaftır hemen hemen her şeyleri aynıdır yaşam krizleri onların. Şimdi hayal kuracağız. Van Gogh Hollanda’da doğuyor çırpınıyor ressam olacağım diye ve Paris’e geliyor kardeşi Theo’nun yanına. Kardeşi bir resim tüccarının yanında çalışıyor o sırada. Kendisini destekleyeceğini düşünerek gelir. Fakat para yok pul yok ikisinde de. Kardeşi yine de maddi olarak onu destekler. Bakar Paris’e herkes birbiriyle  çatışıyor her şey yanlış. Sanat temiz yerde yapılır diye düşünüyor. Güneye Arles’a onun için gider resim çalışmak için. Ve o yoklukların içinde bildiğimiz hayat hikayeleri yaşanır. Yaşarken satılabilen tablosu da bir tane falandır. Onun dışında kardeşi at resmi isteyen müşterilerim var at resmi yapar mısın der. O da para almak için yapar. Çiçek resimleri yapar sipariş ve para için ve daha bir yığın şey. Van Gogh’un sanat tarihinde ki yaşamı içinde hiçbir zaman o resimleri yoktur. Çünkü sipariş üzerine yapılmışlardır. En sonunda bildiğimiz o büyük trajik hikaye yaşanır intihar eder ve ölür.

Jackson Pollock ise Amerika’da doğar. Newyork’a gelir kardeşi desteklesin diye. Kardeşinin karısı vardır ve Pollock’u istemez. Kardeşi  bu yüzden sürekli karısıyla kavga eder. Pollock  bunu hisseder ve bu ne biçim hayat deyip Güney Amerika’ya gider. Van Gogh’un güneye gittiği yer ile coğrafi olarak hemen hemen aynısıdır. İkisi de resimlerinde tarlalarını sürüp buğday serpen çiftçilerle ilgili resimler yaparlar. Van Gogh’un yaptığı resimlerin çoğu tarlaya buğday tohumu serpen köylü çiftçilerdir. Aradan 70 yıl geçmiş teknoloji gelişmiştir. Pollock ise Güney Amerika’ya gittiği zaman aynı görüntü ile  karşılaştığında o figürleri Van Gogh gibi yapmak yerine o figürlerin tohum serpmesini boya serpmesi tekniği olarak alır ve resimlerini de tıpkı o teknikle çalışır.

Sonunda Van Gogh açlıktan ölür vurur kendini. Pollock ise zenginlikten trafik kazası yapar o yolla ölür.

Dolayısıyla bütün bunlar içinde yaşadığımız çağın koşullarına göre hayal güçlerine göre…

 

ALPER ALMELEK: Çok farklı alanlarda bunları tasvir ediyorsunuz değil mi? Tek bir alanda değil.. Roman tiyatro şiir vesaire her şey

 

EKREM KAHRAMAN: Kesinlikle. Çünkü neyi nerede aradığınızın bazen adresi belli olabilir. Ama çoğunlukla yaratıcılık referansınızı nerede yakalayacağınız hiç de belli değildir. Öyle ya hayatınızın aşkıyla nerede karşılaşacağını çoğu zaman bilemezsiniz pek. Ama bana kalırsa bu o kadar da meçhul değildir. Aşk başka bir şeydir, eşini bulmak başka bir şey. Hayatta hiç aşık olmayabilirsin ama birlikte yaşayacağın insanı bulabilirsin onu da aşk sanabilirsin. Aşk daha deli dolu bir şeydir çünkü. Örneğin Amerikan filmlerinde vardır öyle sahneler; kızla birbirini çok severler artık evleneceklerdir, eşya alacaklardır. Ama adam yolda bir kızla karşılaşır ve ona o an aşık olur. Bu kadar basit mi? Hayır değil. Çünkü işte orada karşılaşma olgusu ile karşı karşıya kalırız işte…

 

İLHAM PERİSİNİN GELİŞİ

ALPER ALMELEK: Ruhunuzu hazırladınız, gözlemlerinizi yaptınız ve hayal gücünüzü geliştirdiniz. Daha sonra kapıya bir şey vurdu tak tak tak kapı çalıyor bir bakıyorsunuz İlham Perisi gelmiş. Geldiğinde ne hissediyorsunuz?

 

EKREM KAHRAMAN: İşte onu söylüyorum her şeyi o ana kadar ruhumuzda doğrayıp da hazırlamışsınız size de o hazırladıklarınızı pişirmek kalıyor aslında. İlham Perisi gelmiş ya, İlham perisi aslında ruh hazır olmadan da gelebilir. Yani bu aslında benim için öyle. Diğerleri için dediğin doğru. Benim için şöyle İlham Perisi gelecek bir, ikincisi tutku sonra samimiyet bunlar çok önemli. İşte tutkudan önceki süreçte İlham Perisi’nin gelmesi lazım. Jack London bu durumu bir tür Vahşetin Çağrısı olarak tanımlar…

 

ALPER ALMELEK: Evet yani ya önce ya sonra ama geldiği zamanki hissi açıklar mısınız?

 

EKREM KAHRAMAN: Bir tür Vahşetin Çağrısı diyorum ya işte o hisse daha ne diyeyim.

 

ALPER ALMELEK: Bir heyecan mı oluşuyor imge mi oluşuyor nasıl oluyor?

 

EKREM KAHRAMAN: Deli boğalar gibi oluyorsun. Şimdi benim burada atölyem var ve çalışıyorum. Her şey mükemmel gözüküyor bana bile. Eve gidiyorum zihnim resim yapmaya devam ediyor. Hayali olarak değil fiziki olarak da buna müdahale etmem lazım. Sabrediyorum sabrediyorum bakıyorum evdekiler uyuyor ben dayanamayıp çıkıyorum evden ve gizlice atölyeye resme müdahale etmek için gidiyorum. Ama o kafama takılan resim o kadar olağanüstü gözüküyor ki o an etmiyorum. İkincisi etmem lazım hemen diyorum müdahalesini yapıyorum.

Aslında senin dediğin oluyor kafaya takıyorum. Burada akşama kadar oturmuşum kitap okumuşum müzik dinlemişim ama hiç resim yapmamışım ve gidiyorum eve sonra gecenin üçünde geliyorum buraya ve iki gün çıkmıyorum buradan. İşte o geldiğin zaman ki his… O  an deli boğalar gibisin ve onu kendinin bile engellemesi mümkün değil. Nereye kadar giderse gidecek ve o riske gireceksin başka yolun yok. Bu çok önemli bir çıkış enerjisi yaratıcılık için: deli boğalar gibi. Şimdi bu ne demek? Deli yarim, deli aşık bilim insanları için de deli hep derler ya hani? Delilik  aslında bir tür akıl yoğunlaşmasıdır. Farklı tür bir akıldan başka bir şey değil özellikle de sanatçılar, keşifçi bilim adamı ve felsefeciler ya da tutkulu insanlar için. İşte olmazsa olmazlarımız bizim. Bu deli dediğimiz şeyin içinde tutku da var cesaret de var çünkü. Örneğin zihnin ya da duyarlığın sana öyle bir şey dayatır ki cesaretin yoksa onu yapamazsın bir türlü. Onun için cesaret lazım. Üçüncüsü sahici olmak zorundasın. Dördüncüsü samimi olacaksın. Sen samimi olmadan hayatının hangi alanında hangi kadını eş olarak sevgili olarak ikna edip birlikteliğini sürdürebilirsin ki? Bu nedenle bu kapıyı çalma meselesi çok ilginç çünkü tıklıyor senin kapını. O noktada vurmaz başta vurur sonradan da vurabilir..Bazen başlarsın işe mükemmel oldu dersin bir bakarsın gelmiş ilham o zaman da kapını açık tutman lazım. Yenisinin geldiği yerde eskisini devre dışı bırakamıyorsan yaratıcı olamazsın…

 

 

YARATICILIKTA BAŞARISIZLIK

ALPER ALMELEK: Bir başka konu da başarısızlık. Başarısızlıkla hiç karşılaştınız mı? Olduysa ne hissettiniz ve nasıl baş ettiniz? Genç sanatçılar başarısızlıkla nasıl baş etmeliler?

 

EKREM KAHRAMAN: Tabii her alanda olduğu gibi bizim alanımızda da zaman zaman başarısız olma pozisyonuyla da karşılaşabilirsin. Bu sadece yaratıcılıkla ilgili değil, birey olarak da umudunu kaybettiğin anda da olabilir.

Örneğin Gılgamış ölümsüzlük peşinde koştururken iki dağın arasındaki bir mağaradan geçer günlerce. Gılgamış’dan bunu okumuş olan Dante İlahi  Komedya’da da benzer bir durum anlatır. Hz Muhammed’in Hira Dağı’nda Tanrı ile buluşacağı o Miraç gecesinde de benzer bir durum söz konusudur. İşin özü şu ki, çaresiz o mağaradan geçeceksin; ışık yok her yer karanlık nerede ne zaman kaç gün süreceği belli değil ama geçmek zorundasın. Çok ilginç örneğin okyanusun ortasında günlerce sağ kalan insanlar var onu bir tek umut hayatta tutabilir. Süreç karanlıktır. Bu nedenle başarısızlık dediğimiz süreç mağara gibi algılanacak. İkincisi bunun sonuna kadar çıkma heyecanına ve bilgi birikimine sahip olacaksın. Örneğin bu sabah Resim Dünyası Sanat Dünyası ve Koleksiyonlar başlıklı bir yazı okudum. Yazar meğerse zannediyormuş ki koleksiyon sayısı oldukça çok fakat meğerse çok az sayıda koleksiyoner varmış. Öyle ya bu kadar ressam da resim yapıyor ve onlar onlara para olarak destek çıkarlarsa, bunların resim yapma şansları devam edecek. Pekala böyle bir ortamın içerisinde başarı ve başarısızlık neye göre ölçülecek? Ben hep bunu söylerim diyorum ki eğer bir genç sanatçı kendine inanıyor ve sanat yapmak istiyorsa en az beş yıl çalışacak, kendini geliştirecek, gereğini yapacak, her şeyini yapacak düşünecek, planlayacak beş yıl sonra sanatçı olma sansı %90’dır derim. Yoksa iki sergi açınca sanatçı olacaksın kabul göreceksin diye bir şey yok. Bunu da özgür ortamda sana olanak sağlayan olmadığı gibi ayağına çelme atıp devirmeye çalışan kıyasıya savaşın olduğu bir alanda yapmaktan bahsediyorum. Onun için tabii ki bir sürecin içinden çıkıp geliyoruz. Ben mezun oluyorum. Mezun olduğum yerden yatılı gelmişim. Yatılı geldiğin zaman devlete mecburi hizmet vermek zorunda olduğun için beni öğretmen olarak atadılar Adana’ya. Adana’da beş yıl öğretmenlik yaptım sonra Bandırma’da 13 yıl öğretmenlik yaptım. Yedinci yılımda üniversiteden teklif geldi hoca olmam için ben hemen reddettim, sanatçı olmak istiyorum ben dedim. Kararlılığa bak. Şimdi o dönem içerisinde üniversiteye çağrılan aynı dönemin öğrencilerinden yedi sekiz arkadaşım oldu. Şimdi onların ismi geçmiyor benim ismim geçiyor ortamda. Ben onlara şunu söyledim siz hayatta neyi seçerseniz aslında siz seçtiğinizsiniz sadece. Nedir O? Hoca olmayı seçtiğiniz zaman artık hocasınızdır bundan tatmin olun, onunla yetinmeye çalışın yoksa mutsuz olursunuz çok. Ben ne yaptım ben onu seçmedim sanatçı olmayı seçtim. Herkes seni engellemeye çalışıyor gibi algılarsın ya da hakikaten öyledir. İşte bütün o yolları geçiyorsun geçiyorsun sonra artık senin hiçbir zaman hocası olmadığın insanlar bile alandaki sana hocam demeye başlıyorlar. Çünkü bir prototip oluşturuyorsun o daracık aralıkta.

1975’te geldim 78’de teklif ettiler 89’da istifa ettim. Benim mağaram o kadardı. İstifa edip ayrıldığımın ertesi gün sanki hiç öğretmenlik yapmamışım gibi geldi bana; öyle hissettim çünkü. Sonra üzüldüm 18 yıl öğretmenlik yaptığım halde nasıl yokmuş gibi bir hissin içinde olabilirim diye. Ama bütün bunlar o iki şey var ya hani: başarı başarısızlık… Başarı dediğin şey örneğin nedir ölçütü?  O arkadaşlarım gittikleri yerde profesör oldular onlar için başarıydı. Ben ise hak etmiş olduğum gibi usta sanatçı oldum benim başarım da bu.

Bu atölye mekanının sahipliği bana ait. Resim sattık hayat kurduk. Ama görüyorsun benim hayatım burada yürüyor. Şimdi başarı ne? Başarı bunlara sahip olmamdan değil. Usta sanatçı dediğimiz sanatçı tipine artık sanat tarihinde hala da seni kabul etmek istemeyen çevreler de vardır bu çevreye rağmen sen varsın ve ne istiyorsan onu yapıyorsan sahici, samimi ve tutkuluysan bu zaten başarıdır bana göre.

Kişisel hayattaki başarılarımız nedir ki? Arkadaş bir şekilde hoca oldu profesör oldu. Söyledim arkadaşıma: Seninle biz aynı sınıfta iki ayrı kızı sevdik. Sen kızı aldın mutlusun ben mutluyum ama yıllar geçtikten sonra diyorsun ki ben senin kızı da istiyorum. Alamazsın yok böyle bir kolaycılık. Çünkü ben buna hayatımı vermişim, ben niye profesör olmadım diye dert etmiyorum.

Bunlar günlük hayat içinde pratik şeylermiş gibi ama çok önemli bunlar. Bilimde de öyle. Bugün bilim insanı denen insanların geçmişine bak neredeyse hepsinin hayatları da yoksulluk içinde ölüm kalım içinde geçmiştir çoğunlukla.

Örneğin Gılgamış, çok tanrılı dinler sürecinde bütün hikayesi ölümsüzlük peşine gitmek. Çok tanrı var. Akıllı ve güçlüler Tanrı olmuş diğerleri de ona kul olmuşlar. Hikayesi şu, Gılgamış ölümsüzlük peşinde gitmiş. Nasıl bir şey ki bu o dönemin Tanrılarının adları da dahil, ölümsüzlük verildiği düşünülen Hz. Nuh da dahil bunların hepsinin ismi Gılgamış’ın destanı içinde geçtiği için hatırlanıyor artık binlerce yıl geçtiği halde aradan. Onlar da ölümsüz oldular yani. Gılgamış ölümsüz; çünkü Gılgamış Destanı Dünyada ki ilk yazılı metin. Gılgamış destan gibi hayata sahip bir adam ve bin yıl sonra bunun hikayeleri kulaktan dolma hikayelerle kayda girilmiş. Niye çünkü yazı keşfedilmemiş. Bin yıl sonra çivi yazısı keşfedilince kulaktan dolma bilgilerle adamın hikayelerini anlatmışlar. Muhtemelen 100.000 kuşak falan nesilden nesle aktarılmış. Şimdi o nedenle burada söz konusu olan şey Gılgamış’ın temel özelliği ne? Gılgamış tutkulu bir adam, güçlü, annesi tanrılar sülalesinden babası insan sülalesinden ve çoban. Aslında Türk filmlerinin hikayesi de buradan çıkıyor değişen bir şey yok. Fakir oğlan zengin kız meselisi bir tür…

 

SİZİ ETKİLEYEN YARATICILAR, YARATICILIK İŞLERİNDEN ÖRNEKLER 

ALPER ALMELEK : Resim alanında yaratıcılığından etkilendiğiniz kimler var?

 

EKREM KAHRAMAN: Açıkçası benim özellikle ve önemle etkilendiğim akım ya da sanatçılar yok. Bazı sanat tutumu ve davranışları var tabii ki. Davranışlar da birçok sanatçıya ve onların bazı yönlerine yayılmış durumda. Ben başlangıçta okul verilerini hiçbir zaman reddetmeyen ama okula karşı çıkan bir bakış açısına sahiptim. Burada da zaman zaman benim resimlerim de bazen postmodern gibi tanımlamalarla anılıyor. Onlara da itirazım var. Postmodern modernite sonrası demek; fakat zaten her şeyin bir sonrası mutlaka olacaktır. Örneğin Van Gogh ve Pollock’u  karşılaştırırken de Pollock’u o çağdan çıkar Van Gogh’un yerine ve çağına koy ya da Van Gogh’u çağından al Pollock’un  çağına belki ülkesi Amerika’ya koy muhtemelen benzer çalışmalar yaparlar. Van Gogh Pollock gibi, Pollock muhtemelen Van Gogh gibi resimler yani. Çünkü sonrası kavramı çok önemli ya da öncesi. Özellikle de sanata tarihsel bakanlar böyle benzerlikler kurup oraya dahil ederler bir sanatçıyı. Örneğin gerçeküstücülere / üstgerçekçilere de koyabiliyorlar Ekrem Kahraman’ı bazen. Oysa zaten bir sanatçı her şeyden etkilenir kendinden önceki zamanlardan aslında. Diğer alanlardan ya da kendi bulduğu muhtemel öngörülerden de etkilenir. Hatta bunun daha doğru olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Bunun için bazı sanatçıların davranışlarını, bazı sanatçıların çalışmalarını çalışmada ki herhangi bir yerindeki detayı, küçücük mantığı, hissi, zekayı daha çok hissettiğimi söyleyebilirim.

O yüzden buna isim olarak örnek gösterebileceğim belirgin bir isim yok diyorum. Ama söz konusu şiir ve şair olduğu zaman Turgut Uyar’dan, İlhan Berk’ten etkilendiğimi kesinlikle söyleyebilirim. Günümüzdeki hiç tanınmayan bazı genç sanatçıların kurdukları resimsel dilden ve tutumlardan etkilendiğimi de söyleyebilirim. Ama onların tüm davranışlarından etkilendiğimi söyleyemem çünkü bir davranışından etkilendiğim sanatçının o davranışından öbür tarafındaki bir davranışını çok tutucu bulduğumu ve onun aslında bu tutumunun diğer etkilendiğim davranışı da zedelediğini görüyorum.

Dolayısıyla ben İç Anadolu Bölgesi derken de benzer bir biçimde aslında bir doğadan da çok o doğanın durumundan etkileniyorum. Bunun gibi olan sanatçılarla ilgili, çalışmalarıyla ilgili gerek fotoğrafta gerekse diğer alanlarda bir çok fotoğraf ve görsel malzemeyi bir dosyada biriktiriyorum, belki bir gün gelir de yararlanırım diye düşünüyorum fakat şimdiye kadar bunu becerdiğimi söylemek de pek mümkün değil. Onları çekerken etkilendiğim dönem ile etkilenmem gerek diye planladığım dönem içerisinde görüşlerim değişiyor doğal olarak. Çünkü dün etkilendiğimiz şey bugün bizim için çok sıradan gelebiliyor çünkü….

 

 

GENÇLERE YARATICILIKLARINI GELİŞTİRMELERİ İÇİN ÖNERİLER

ALPER ALMELEK: Yaratıcılık nasıl geliştirilmeli? Genç yaratıcılar için neler söylersiniz?

EKREM KAHRAMAN: Aslında şu ana kadar söylediğimiz şeyleri dikkatle izlediğimiz zaman yaratıcılığın nasıl ve nereden başlaması ya da nasıl bir yol izlemesi gerektiği yönünde genel bir yelpaze oluşturduğumuzu sanıyorum ben. Örneğin sanatla ilgili okullarda genellikle derler ki sakın kimseden etkilenmeyin. Ben ise derim ki etkilenmekten korkmayın o olarak kalmaktan korkun sadece ve iyice korkun! Yani birincisi genç bir sanatçısın ve yolunu arıyorsun etkilenmek senin doğanda var tabii ki her şeyden her yerden etkileneceksin! Daha da ileri gideyim: etkilenmeden çocuk bile yapmayacaksın yani bana kalırsa. Burada sadece genç bir sanatçıdan bahsetmiyorum her alanda bu böyle: insan, felsefe, bilim, çiftçilik, her tür meslek vb. sadece bir yaratıcı keşfedici bir figür kişilikten bahsediyorum aslında. Ya da günümüzün etkilenme sanılan o kopyacılıktan, artık etkinlenme olarak kalmayıp da doğrudan o olarak kalma trajedilerinden bahsediyorum. Bir kere etkileneceksin korkmayacaksın. İkincisi de yaratıcı olmayan etkilenmelerde genellikle hep kendinden önceki yapılmışlardan etkilenim gibi bir kolaycı yol var ve bu çoğunlukla taklitle sonuçlanıyor bilindiği üzere. Çünkü o sanatçının neyden etkilendiği ve oradan yola çıkışla aslında oraya neyi kendisi olarak koyduğu konusunu dahi düşünme zahmetine katlanmıyorlar.

İngiliz Francis Bacon gay bir sanatçı. Gay olarak hem cinsel tercihleri var hem kendi kişisel mahrem hayatı var, hem de sanat yapıyor ve dünya çapında bir sanatçı. Parçalanmış yüzler, deforme olmuş bedenler, organlar, portreler vb. figürleri düz boyanmış parlak renkli zeminler üzerinde yerleştiriyor. Bu çağdaş sanatçı öldükten sonra atölyesine hiç kimsenin sokulmadığı bir bölüme giriliyor. O mahrem ve gizli bölüme girildiğinde orada binlerce gazete ve dergi kupürü bulunuyor. O kupürlerin arasında da resimlerinin kaynağına ulaşılıyor beklenmesi gerektiği gibi. Ve o kupürler ile kendi yapmış olduğu resimlerinin arasındaki yaratıcı ilişki başlı başına bir derstir aslında genç sanatçılara. Örneğin Sergei M. Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı diye çok bilinen ünlü bir filmi var. Francis Bacon’un bulunan fotoğraflarının önemli bir bölümü Potemkin Zırhlısı’nın çeşitli sahnelerinden oluşuyormuş. Bacon özellikle filmdeki Potemkin Zırhlısı’nın Odessa limanını bombalaması sahnesindeki fotoğrafik görsellerden çok yararlanmış resimlerini yaparken. Ama resimleriyle o görseller yan yana koyulduğunda evet bu resimler oradan gelmiş diyebiliyorsun ama o değil sen de anlıyorsun aslında. Çünkü burada Bacon o görsellerden yaratıcı bir biçimde yararlanmaktan kaçınmamış.

Onun için aslında yaratıcılık dediğimiz şey bir şeyi bir şekilde hayal etmek, tasavvur etmek ya da bir başkasından etkilenmek belki de bazen bir süre onun geçtiği yollara sapmaktan korkmamak demek biraz da. Kaldı ki kuru fasulye ya da çorba yapsan farklı bir yoldan mı gideceksin ki zaten?

Sonuçta hepsi de yeni bir şeyler yapmak için -sanatsal ya da başka bir şeyde- yaratıcılıkta özellikle gençlerin önünde önemli örnekler. Çünkü eğer bilimsel olarak Marksizm üzerine düşünüyorsan onun bütün fikirlerini, incelemeden dönemin siyasal toplumsal olaylarını görmeden, değer yargılarını, düşünme ve ele alma biçimleri ile bunların sonuçlarını görmeden kapitalizmin ne olduğu konusunda bu kadar kafa yormuş ciddi  kitaplar yazmış bir kimliğin incelediği, üzerinde çalıştığı konuyu kavramadan yani ne kapitalizmi ne Marx’ı kavramadan neyi anlamak nasıl mümkün olabilir ki?

Söz gelimi diyelim ki Marx’ın bulduğu bilgiler üzerinden yeni bir görüş ortaya atacak -muhalif de olabilir desteklemek ya da geliştirmek anlamında da olabilir- tüm bunları incelemeden nasıl ilerlenebilir ki? Yaratıcılık ve yeni bir şey söyleme anlamında bu mümkün bile değil.

O yüzden gençlerin kendi yaratıcılık alanlarıyla ilgili dünyada ne yapılıyor başkaları ne yapıyor nasıl çözümler bulunmuş sorusunu önlerine koymaları lazım. Ayrıca sadece doğrudan sanat ortamının kitaplarını değil aynı zamanda Julian Barnes gibi edebiyatçı ya da başka alandan isimlerin de kitaplarını okumaları, ufuklarını açmaları lazım. Bunun yanında geçmiş tarihin mutfak kısmını sunan örneğin Dan Franck’ın Bohemler kitabı gibi kitaplar da çok önemli. O ilk başlardaki büyük yoksulluk dönemindeki modern sanatçıların aslında nasıl bir hayat sürdüklerini, resim satmak için nasıl kıvrandıklarını, nasıl birbirlerinin modellerini çaldıklarını,birbirine nasıl baktıklarını vb. anlatıyor kitap. İşte bütün bunları görmeden sanki şaşalı bir dönemmiş de onlar da lüks içinde yaşayıp gitmişler gibi algılayan genç sanatçılar var. Oysa orada sefalet, yoksulluk, birbirinin ayağını kaydırma karelerinde çok önemli ipuçları var.

 

Gençlerin ne yapacakları konusunun diğer yanı ise şöyle: birincisi, geçmişi doğru bilecekler. İkincisi, hangi alanda olduklarını bilip o alanın her türlü bilgisine sahip olacaklar. Üçüncüsü, sanat tarihi bilgisine sahip olacaklar. Dördüncüsü felsefe, kültür ve bilimi merak edecekler. Beşincisi, sanat ya da diğer alanlardaki insan tecrübelerini keşfedecekler. Altıncısı, bütün bunların günümüz sanatıyla ilgisini kurup yeni bir sanatsal, kültürel yaratıcılığın kapısını nasıl aralayacaklarını araştırıp deneyecekler.

 

Barnes’ın o kitabı aynı zamanda sanatçıların kişisel hayat hikayelerinden bahsettiği için de önemlidir bana kalırsa. Kitabı okuduğunda şunları anlıyorsun; sanatçının resim temelinde ama demek ki ayrıca bir insan olarak o sanatçının kişisel bir hayatı da var ve bu adam nasıl böyle yaşar ve resim yapar? O nedenle bütün bunların içerisinde birde senin üzerine biçilen basmakalıp bakış açıları ve formüller var. Bir kere formül içinde kalınarak asla sanatçı olunamaz. Bunu anarşist olarak algılamayacaksın, her şeyi sorgulama olarak algılayacaksın. Cesur olacaksın, hata yapmaktan korkmayacaksın. Neyin peşinden gittiğini iyi bileceksin ve bunu hiçbir zaman aklından çıkarmayacaksın. Fakat gerektiğinde ya da yeni bir yola rastladığında eskisini de terk etmekten asla kaçınmayacaksın!

Bir de şu var elbetteki: çok iyi bileceksin ki sanatçının peşinden mi, onun keşfettiği düşüncenin peşinden mi yoksa yaptıklarının, tarzının ya da temel kavramlarının mı peşinden mi gideceksin? Kimsin sen ve nereye neye uluşmak istiyorsun aslında?

 

 

 

 

 

 

 

Load More Related Articles
Load More By websitesiadmin
Load More In Türkiye'deki Yaratıcılardan Esinler

Yanıtla

Your email address will not be published.Gerekli alanlar işaretlenmiştir. *

Check Also

Azim & İnovasyon Semineri, Üsküdar Amerikan Lisesi U Solve It Programı

  Geçtiğimiz ay Üsküdar Amerikan Lisesi’nin düzenlemiş olduğu ...

FORMÜLÜM


Alper Almelek 1971’de dünyanın en güzel şehri olarak nitelediği İstanbul’da doğmuştur. University of Southern Maine ve Sonoma State University’de Siyasal Bilimler ve Müzik eğitimi (Opera Şarkıcılığı ve Piyano) görmüştür. 1995’te yurda dönüşü ertesinde 11 yıl boyunca aile işinde çalıştıktan sonra Siegwerk Corporation’ın Türkiye Genel Müdürü...
DEVAMINI OKU

TESTLER

KİTAP İNDEKSİ

INSTAGRAM KÖŞESİ

Unable to communicate with Instagram.

İŞ’TE KAHKAHA